Hangi Türkçe?
Dil mesaj iletir
Dilin esas, hatta diyebiliriz ki yegâne işlevi insanlar
arasında iletişim kurmaktır. Verici ile alıcı arasında mesaj iletme işlevini
yerine getirmeyen dil, ancak ölü bir dil olabilir. Dilin bireyler arasındaki
iletişimi yerine getirebilmesi, bildirişim teorisinin basit bir kuralına bağlıdır:
Verici ile alıcı arasındaki uyumluluk. Bu, bir adamın çevirmeli telefonun
ahizesinden radyo dinleyememesi, radyodan televizyon yayınlarını seyredememesi
gibidir. Verici ile alıcı arasında uyumluluk yoktur. Muhatabımızla aynı dili
konuşuyor olmamız, yani sağlıklı bir iletişim kuruyor olmamız, bu verici alıcı
uyumunun sağlanmış olduğunu gösterir.
Bütün iletişim sistemleri aslında bir mesajı kodlayan verici
ve bu kodu çözen alıcı üzerinden yürür. Biz de konuştuğumuz zaman zihnimizde
oluşturduğumuz mesajı önce bir koda çeviririz. Diyelim ki bu kod sistemimizin
adı Türkçe olsun. İletişimin tamamlanabilmesi için bu kodun alıcı tarafından
çözülmesi gerekecek, yani alıcıda uygun kod çözme anahtarları bulunacak. Bir
şişe su istiyorsunuz. Bu bütün insanların her gün defalarca tekrarladıkları bir
istektir. Mesajımız olabildiği kadar küresel bir mesaj. Ancak karşınızdaki size
aval aval bakıyor. Demek ki, bir kod çözme problemi yaşıyor. Mesajı duyuyor,
ama uygun kod çözme anahtarına sahip değil. Beyefendi veya hanımefendi Türkçe
bilmiyor; başka bir kod çözme anahtarına sahip, sizinkini çözemiyor; iletişim
kesiliyor. Allahtan, böyle temel ihtiyaçlarımız için on binlerce yıl öncesinden
kalma ortak kodlarımız var, işimizi işaret dili ile görebiliyoruz. Ancak işaret
dili ile de felsefe, bilim, edebiyat yapmak mümkün görünmüyor.
Aynı dili konuşan, yani aynı kod sistemine sahip insanlar
arasında iletişimsizlik olabilir mi? Türkçe konuşan bir kimse yine Türkçe
konuşan bir başka kimsenin mesajını çözemeyebilir veya çözerken sorunlarla
karşılaşabilir mi? Benzer eğitimi almış, benzer bir kültürel donanıma sahip
bireylerin günlük konuşmalarında iletişimi aksatıcı, iletişim kalitesini
düşürücü, bir tür parazit oluşturucu bu türden sorunlara rastlanmaz. Her mesaj
aktarımında olduğu gibi küçük boşluklar oluşabilir, ancak bunlar mesajın
bütününü engellemez. Türkçe konuşanlar için de bu kural geçerli olduğuna göre,
iki kişi "Türkçe" konuşuyorlarsa birbirlerini anlıyorlar;
birbirlerini bu kod çözme sistemi üzerinden anlıyorlarsa, "Türkçe"
konuşuyorlar demektir.
Tarihin başladığı yer: Yazı
Evet, dil yaşayan, zamandaş insanların iletişimini sağlar.
Birbirimizin sesini duyar, işaretlerini görür ve cevap veririz. Ancak yazı
dediğimiz olgu, bu iletişime farklı bir boyut katmış, insanlık tarihini beş bin
yıldır derinden etkilemiştir. Yazı sayesinde sesini duymadığımız, işaretlerini
görmediğimiz insanlarla haberleşebiliyoruz. Mektup bizden uzaktaki yâre selam
söyler bizim yerimize. Ancak yazının temel fonksiyonu mesajı veren ile mesajı
alanın aynı yerde olmadığı durumlarda iletişim sağlamasıdır. Her ikisinin de
aynı yerde olduğu bir durumda, yani yüz yüze iletişim için yazı sıkça tercih
edilen bir araç değildir. Yazının önemi aslında tam da burada ortaya çıkar.
Yazı insan iletişimine iki boyut katmıştır. Bunlardan
birincisi aynı mekânda olmayan insanların haberleşmesini sağlamaktır. İkincisi
ise çok daha önemlidir. Yazı aynı zamanda yaşamayan insanların iletişimini
sağlar. Ancak yazının ortaya çıkmasından sonra insanlar bilgi birikimlerini ve
yaşama tecrübelerini kendilerinden sonraki nesillere daha sağlam ve değişmez
bir biçimde aktarma imkânı bulabilmişlerdir. Sümer toplumu içinde yazının
ortaya çıkmasından bugüne kadar geçen beş bin yıl içinde insanlık kültür ve
medeniyetleri çok daha hızlı değişmiş, bilimsel bilginin ve tarihin doğru
hatırlanması mümkün olmuştur. Bugün kimlik olarak yaşamayıp da adlarından,
tarihlerinden ve kültürlerinden haberdar olduğumuz toplumların pek çoğunun
yazılı metinleri vardır. Bugün bizim Oğuz kültürü ve bir nebze de olsa
tarihiyle ilgili bilgilerimizin önemli kaynaklarından olan Dede Korkut kitabı
bir Oğuz hikâyeleri mecmuasıdır. Yüzlerce yıl dilden dile taşınan Oğuzname
hikâyeleri bir süre sonra unutmaya yüz tuttu ve nihayet unutuldu. Bugün Anadolu
Türk halkı Oğuz geçmişiyle ilgili solgun bir iz gibi duran birkaç masaldan
başka bir anlatıya, bir metne sahip değil. Oysa 16. yüzyılda yazıya geçirilen hikâyeler
bir şekilde bize kadar geldi ve biz Oğuz geçmişimizi yeniden hatırladık. Daha
çarpıcı bir örnek verelim. Bugün İsrail toplumunun konuştuğu İbranice aslında
tamamen ölü bir dil iken Tevrat ve başka İsrail metinlerinin diline dayanılarak
19. yüzyılda yeniden diriltilmiş bir dildir. Yazı, böylece İsraillilerin
kimliğini koruyan, koruyanın da ötesinde dirilten bir unsur olmuştur.
Yazı muhafazakârdır!
Yazının da kusuru burada ortaya çıkıyor: Koruma ve
değiştirmeme. Yazı, muhafazakâr; değişmeye karşı dirençli ve hatta karşı. Bir
dil yazılı dil, edebiyat dili haline geldikten sonra kendisini değiştirmemek
için her şeyi yapıyor. Konuşma dili hızla ve kolayca değişirken yazı dili ise
gitgide halkın dilinden kopuk, eskiye ait, bir okumuş-yazmış sınıf dili haline
geliyor. Bugünkü Arapça, yani Arap okumuş-yazmışlarının kullandığı,
eğitim-öğretimde kullanılan, kamusal alanlarda kullanılan fasih Arapça aslında
yazı sayesinde var olabilen, temel dilbilgisi şekilleri Hz. Muhammed
zamanındaki Arapçanın donup kalmasıyla şekillenmiş bir Arapçadır. Sokakta
konuşulan Arapça bambaşkadır.
Bu, Türkçe ve Türk yazı dili için de böyledir veya böyleydi.
Aslında yine de böyledir. Böyleydi, çünkü Anadolu'da gelişen Türkçe birkaç
yüzyıl içinde kendi yazılı dil standartlarını oluşturdu, birçok kalıplar
türetti, sınırlarını çizdi. Sonra yüzlerce yıl bu sınırların içinde yazılı
iletişimi yüklendi. Elbette, konuşma dili kendi iç gelişimini sürdürdü ve
gitgide yazı dilinden farklılaştı. İşte bizim 20. yüzyılda "Artık halk
anlamıyor!" diye ortadan kaldırdığımız bu yazı dili idi. Büyük ölçüde
konuşma diline dayanan yeni yazı dili kuralları tespit ettik. Kuralların
tespiti ile yeni bir muhafaza alanı oluşturduk, bundan sonra buna uymayan
şekilleri yanlış veya bozuk görmeye başladık. Bugüne kadar, şöyle veya böyle,
getirdiğimiz yazılı dil, kuralları önceki on yıllarda var olan bir Türkçeye
dayanan kurallardır. Şimdi herhangi bir konuşmacının veya yazarın Türkçesinin
bozuk veya yanlış olduğunu söylüyorsak, geçmiş on yılların kurallarına bakarak
söylüyoruz bunu. Konuşma dilimiz, konuşulan Türkçe, kendi dilbilimsel
dinamikleri içinde değişmeye devam ediyor, biz ise bunu değil on yıllar
öncesinin Türkçesini esas alarak yazıyoruz. Bu yanlış mıdır? Elbette değil.
Yazı dili oluşturmanın, standart dil oluşturmanın yolu budur. Toplumların
konuşma dilleri veya yarı-konuşma dilleri yazı dillerinden, edebî dilden farklı
olur. (Yarı-konuşma dili -buna yarıyazılı dil de diyebiliriz- derken internet
ortamında, cep telefonu gibi ortamlarda kullanılan, yazıya dayanan ancak daha
çok konuşma dilinin gevşekliğinde bir iletişim biçimini kastediyorum.)
Hangi Türkçe?
Türkiye kültür ortamında en azından geçmişi yetmiş yılı
ancak bulan bu yazılı dil üzerinde bir anlaşma sağlıyor olabilmeli idik. Arap
okumuşu on beş asırlık bir Arapçayı, İngiliz okumuşu en azından Şekspir'e
uzanan bir İngilizceyi, Fransız okumuşu beş yüz yıllık bir Fransızcayı
anlayabiliyorsa, bir Türk okumuşunun da yetmiş yıllık bir Türkçeyi anlaması
gerekirdi.
Peki, böyle mi? Hayır! Türk okumuşu, yetmiş yıl öncesinin
gazetesini, elli yıl öncesinin gazetesini, otuz yıl öncesinin gazetesini önüne
koyduğunuz zaman yüzlerce kelimeyi anlamıyor; yani kodları çözemiyor. Verici
ile alıcı arasındaki uyum kaybolmuş veya anlaşmayı güçleştirecek kadar
parazitli. Şimdi böyle bir okuyucunun dili ile okuduğu metnin dili aynı mıdır?
Kırklı yılların Cumhuriyet gazetesinde kullanılan dile "Türkçe"
diyorsak, o dili anlayamayan bugünün okumuşunun diline "nece"
diyeceğiz? Benim sorum şu: Biz Türkçe derken, korumaya çalışırken, savunurken
hangi Türkçeden bahsediyoruz!
Yorumlar
Dil devrimi konusunda düşüncelerim daha farklı. İlk olarak, bence harf inkılabının yapılması belki de dilimiz için şu ana dek yapılan en iyi şey. Klişe bir sözü tekrar etmek gerekirse: “Arap harfleri Türkçenin fonetik yapısına uygun değildir.” Mesela “vermişdi- vermişdü” şeklindeki Arap harfleri kullanılarak gerçekleştirilen yazım, Türkçenin en temel morfonolojik özelliği olan ses uyumunu- her türlü ses uyumundan bahsediyorum: ünlü uyumları, ünsüz uyumu, ünlü-ünsüz uyumu- yansıtmaktan uzaktır.
Öte yandan harf inkılabı ile kabul ettiğimiz yeni alfabe, bizim dilimiz için son derece uygundur. Dünyada, genelde ses birimi alfabesi kullanılmadığını hatırlatmak istiyorum. Biz ses birimi alfabesi kullanan sayılı ülkelerden biriyiz ve bu önemli.
Kelime tasfiyesi meselesine gelirsek, kuşaklar arasında iletişim problemi olduğunu, çok değil yirmi sene önce yazılan bir yazıyı dahi anlayamadığımızı söylüyorsunuz. Türkçeyi koruyalım, tamam ama bu hangi dil?, noktasına geliyorsunuz.
O döneme ait metinlerde okuduğumuz çoğu Arapça ve Farsça kökenli kelimenin sadece toplumun eğitim alma ayrıcalığından faydalanabilen küçük bir kısmı tarafından kullanılabildiğini, anlaşılabildiğini biliyoruz. Bu saray dili. Halk, divanlarda okuduğumuz o süslü kelimelerle konuşmuyor zaten. Dolayısıyla en azından bu tür kelimelerin silinip gitmesini anlayabiliriz.
Ama şu an okuduğum G. Lewis’ in kitabındaki örnek de çok acı. Nutuk ya da yazılan herhangi bir kitabın on sene de bir sadeleştirilme ihtiyacının ortaya çıkması anlaşılır gibi değil.
Peki bu konuda suçlu kimdir? Bir grup insan bir araya gelip ‘şu kelimeleri çıkartalım bunları kullanalım’ diye istedikleri kadar konuşsunlar, bir insanın konuşurken seçtiği kelimelere gerçekten müdahale edilebileceğini mi düşünüyorsunuz. Pekâlâ, aynı kelimeler kullanılmaya devam edilebilirdi, ama kullanıcı başka bir seçim yaptı.
Konuşurken seçtiğimiz kelimeler bizi yansıtır. Belki de üzerinde hür irademizi en etkili şekilde kullanabildiğimiz varlık kelimelerimizdir. Bu yüzden eğer bir şeyler kaybedildiyse ben bunun kaybeden kişinin seçimi olduğunu düşünürüm, başkası tarafından ona zorla kaybettirildiğini değil.
Üzgünüm hocam, ne yazık ki isteseniz bile hiçbir şeyi koruyamazsınız: Türkçenin o zamanki söz varlığını, şu anki hâlini ya da gelecekteki durumunu, hiçbir şeyi… Çünkü dil değişimi karşısında koruma adına yapılabilecek hiçbir şey yok. Kendiniz adına yapabileceğiniz belki tek bir şey var: adapte olmak. Büyük ihtimalle yirmi sene sonra bugün kullandığımız dili o günün nesli anlamayacak, tarih tekerrür edecek. Sadece bundan şikayet etmeniz boş, bunu düzeltemezsiniz. Çünkü milletimizin tarih ve soy mefhumu yok, belleği ve toplumsal sorumluluk duygusu yok. Bunlar olmayınca, dil de yok. Yazınız da göz ardı edilen bu noktalar konunun bel kemiğini oluşturuyor bence. Suçlu arıyorsanız eğer, 1930’lara gitmenize gerek yok, aynaya bakmamız yeterli olur. Yani sözün özü cevabı yanlış yerde arıyorsunuz.
Bu bağlamda 2009 yılına ait "Siz hala annenizin Türkçesiyle mi konuşuyorsunuz" blogunun bilhassa son paragrafını okursan, aynı düşünceleri paylaştığımı da göreceksin. Ayrıldığımız nokta, avare bir tren yolcusu rahatlığıyla geçtimiz istasyonlara bigane kalınmasıdır. Kültür treninin yolcuları geçilen istasyonlara (orada eğlenmeseler bile) bigane kalamaz, en azından ismini hatırlarlar.