Amida, Eğer Sana Gelemezsem
Amida,
Eğer Sana Gelemezsem
“Amida, Eğer Sana Gelemezsem”, üçüncü baskısının arka kapak
yazısına göre hikâyeci Özcan Karabulut’un ilk romanı imiş. Aynı yazı, romanda
“Türkiye’nin son yıllarına, siyasal ve toplumsal değişikliklere derinden bir
pencere açıldığını”, “yasak aşk, kimlik ve aidiyet sorunu ve siyasal
çatışmalar”dan bahsedildiğini de söylüyor. Gerçekten de yazar bunların hepsini
yapmayı başarmış. Esas olarak siyasal planda Kürt kimliği ve sorunu üzerine
odaklanıyor. Çocuk işçiliği ve istismarı, başörtüsü meselesi de birincisi esas
rolde, ikincisi yan rolde olmak üzere ele alınıyor. Arka kapak yazısında ifade
edilen “can yakıcı roman” ibaresi, romanı okuduktan sonra bende çok anlamlı
bir yere oturmadı. Yani romanı o kadar can yakıcı bulmadım. Her roman, bir
sinema filmi gibidir. Çok kötü değilse, bittikten sonra insanın zihninde bir
uğultu yaratır; can yakıcılık, uzun süreli bir etkinin adı veya niteliği olmalı. Bence bu roman, can yakıcı olma niteliğine sahip değil. Bir kere, kötü veya
zayıf kurgulanmış. Bazı durumlar, olaylar ve kahramanlar, sırf belli ve beylik
lafları edebilmek için kurguya monte edilmiş gibi... İğreti duruyor. Romanın
Bükreş'te başlaması, sırf kahramanımızın uluslararası niteliğine vurgu yapmak ve
ona itibar ve biraz da gizem yahut derinlik kazandırma arzusundan doğmuş gibi.
Yoksa bu ilk bölümlerin sonraki akışta hiç bir etkisi yok aslında.
Kırk beşlik erkek roman kahramanında nasıl bir şeytan tüyü
varsa, adım attığı yerde kadınlar kendisine tutulmakta, onun için bakış ve
sözle bile olsa birbirlerini yemekte... Yerli yabancı, orta yaşlı genç, örtülü
açık fark etmiyor... Yani bir konferans sırasında iki kadını birden yakan bir
cazibe bu.
Romanın kadın kahramanı ise, adı Dilşa olan başörtülü, ama
öldürücü derecede güzel bir kadın. Bu kadın evli, üç çocuklu. Çok genç yaşta ve
zorla evlendirilmiş... Kocası yaşlıca bir akraba.. Hiç sevmemekte ve bu yüzden
üç yıldır yanına yaklaştırmamakta. Bu nitelikler onun yasak aşk yaşaması için yeterli sebep oluşturuyor romancıya göre. Tabii, solcu olduğunu söylemeyi unuttuğum
erkek kahramanla başka erkeklerin elini bile sıkmayan, vaktiyle zorla
evlendirilmiş üç çocuklu, kocasını yanına yaklaştırmayan ve fakat son derece sosyal olan Dilşa Hanım
arasında yıldırım aşkı başlayıverir. Diyarbakır gibi bir yerde el ele, göz göze
bakışmalar, parklarda dolaşmalar, gizlice buluşmalar ve tutkulu yasak
ilişkiler, zihinde son derece yüzeysel bir kurgu tadı bırakıyor. Stüdyo da çekilmiş tatil resimleri gibi...
Yazar, romanın kadın kahramanına kendi adıyla değil,
yazmakta olduğu bir romanın kahramanı olarak seçtiği, Diyarbakır’ın adına
kurulduğu efsanevi bir güzel olan Amida ismiyle seslenir. Bu “Amida” konusunu
da yan metinlerle güçlü bir şekilde desteklemiyor yazar. Tek metin Evliya
Çelebi’nin seyahatnamesi. Kahramanımızın bir yerde Evliya Çelebi
Seyahatnamesinden uzunca ve kallavi bir cümleyi hatırlayıvermesi de hayret
verici. Ne hafızaymış ama, dedirtiyor insana.
Yazarı tebrik etmek gerekiyor: Diyarbakır, Güneydoğu veya
Kürt kelimelerinin çağrıştırdığı ne kadar sorun alanı varsa, 12 Eylül’ün biraz
öncesinden alınıp harmanlanarak mutlaka romanda yerini almış. Gazete ve diğer yayın
organlarının bahsettiği her siyasal veya toplumsal konuya bir şekilde temas
edilmiş. Bu durumda bir roman okuyor gibi değil de, siyasal bir değerlendirmeyi
roman kıvamında okuyormuş gibi oluyorsunuz.
Yazar, romanın esas erkek ve esas kadın kahramanları
arasındaki garip ilişkiyi çözümlemesi ve bu ilişki yüzünden bıçaklanan erkek
kahramanın tertemiz bir şekilde yeni aşklara ve maceralara hazır hâle
gelmesini, tereyağından kıl çeker gibi hallediyor. Kadın kahraman intihar
ediyor. Ne kadar hafifletilse de, kafamızda “kötü kadın” izlenimi bırakan kadın
kahramandan iyi bir kurtuluş yolu. O gider, yenisi gelir.. Geliyor da zaten.. Dedik ya, kahramanımızda bir şeytan tüyü var.
Son paragraf ise
boşuna bir gizem yaratma çabasıdır.
Yorumlar