Harf Devrimi ve Dil Devriminin Sonuçları
Tarihî Arka Planıyla
Harf ve Dil Devrimi Üzerine Röportaj ve Soruşturmalar, (Ed. Ercan Köksal, İlmek
Yayınları, (2014) İstanbul) adlı kitabın 183-184. sayfalarında yayımlanmıştır.
Harf devrimi ve
dil devriminin sonuçlarını tartışmadan önce konunun ana kavramlarına birkaç
cümle ile dokunmak gerekir. Öncelikle, bunlardan birincisi bir kanun maddesi
ile yasal hâle getirilmişken ikincisinin bağlandığı bir kanun maddesi olmamış,
zihinsel bir faaliyet alanı olmuştur. Her ikisi de toplumsal yararlar
gözetilerek planlanmış, uygulamaya konulmuştur: Okuma yazma oranının
artırılması ve böylece toplumun eğitim düzeyinin yükseltilmesi, halk ile
devlet/aydınlar arasındaki dilsel kopukluğu giderme ve böylece toplum kültürünü, bilimini çağdaş
toplumlar seviyesine çıkarma... Satır
aralarında okunan amaç ise toplum mühendisliği ürünü olan yeni, seküler, İslam
medeniyeti birikiminden uzaklaşmış ve tamamen batılı yeni bir insan tipi
yaratmaktır. Bu insan tipinin adının “Türk” olmasının çok önemi yoktur; zira bu
“Türk”, Osmanlı veya Selçuklu olmayan, biraz İslam öncesi Orta Asya
kökenlerinden izler/hatıralar taşıyan, seküler ve batılı bir tip olmalıdır.
Alfabe ve dil yenilemesi çalışmalarının temel amacı bu tipi yaratmaya,
geliştirmeye veya ayakta tutmaya yönelik olmuştur.
Harf devriminin
yapılmasının başlıca gerekçesi, Arap yazı sisteminin Türk diline uymadığı için
okuma yazmayı zorlaştırdığı, okuryazarlık oranının artırılması ve toplumun
geliştirilmesi için bir yazı devriminin gerekli olduğu iddiasıydı. Türkiye’de yetişkinlerde
hâlâ %85’ler civarında seyreden okuryazarlık oranının, 1980 darbesinden sonra
neredeyse her cumhurbaşkanı eşinin standart faaliyetleri arasına girmiş olan
okuma-yazma seferberliğinin getirileri de göz önünde tutulursa alfabenin
gerçekten de okuryazarlık oranı önündeki en büyük engel olmadığı ortaya çıkar.
Hamburg Üniversitesi bünyesinde yakın zamanda sonuçları açıklanan bir
araştırmaya göre Almanya’da 7.5 milyon kişinin okuma-yazma bilmediği, hatta bir
kısmının harfleri bile tanımadığı, okuma-yazma bilmeyenlerin oranın %15 olduğu
ortaya çıktı. Bu veri de okuryazarlık oranında alfabenin doğrudan etkisi
olmadığını göstermeye yeter. Okuryazarlık oranını değerlendirirken göz önünde tutulması
gereken bir unsur da okuma oranıdır; yani bilhassa edebî ve kültürel yayınların
tirajları da tartışılmalıdır. Kitap tirajlarının birkaç binle sınırlı olduğu,
felsefi-fikrî metinlerin okuyucu bulamadığı göz önünde tutulursa, alfabenin bu
işte pek de suçu olmadığı ortaya çıkar.
Dil devrimi adı
verilen ve bilhassa 40’lı yıllardan sonra Türkiye’nin zihinsel batılaşmasının,
60’lardan sonra ise Marksistleşmesinin aracı gibi kullanılan süreç, bu günden
geriye bakıldığında tam olarak hedefine ulaşamamışsa da beklenen kopuşun
gerçekleşmesine vasıta olmuştur. Harf devrimi ve dil devrimi süreci birlikte
düşünüldüğünde, Türk entelektüeli bugün kendi medeniyet dairesine ait metinleri
okuyamayan, anlayamayan; bu yüzden de kendi medeniyetinin zihinsel birikiminden
yararlanamayan; düşünce, kavrayış ve estetik faaliyetlerini batı medeniyeti
kazanımları çerçevesinden yürüten bir kafa yapısına sahiptir. Bugün geçmişi
naif teşebbüsler hâlinde kurmaya çalışırken elimizdeki en kuvvetli dayanaklar
popüler televizyon dizileri gibi görünüyor.
Bu süreç içinde Türk okumuşları dillerini oluşturan
kelime malzemesinin yerli ve yabancı unsurlardan meydana geldiğine; yabancı
olanının da kötü, düşman ve tehlikeli olduğuna inandırılmıştır. Dilini
oluşturan söz varlığının tarihsel derinlik içinde bir bütünlük oluşturduğunu
görmeyen okumuş, onları bilmeme veya kullanmama durumunu gayet doğal görmüş,
böylece birkaç bin kelimeyle sınırlı bir dil alanında çabalama bile
diyemeyeceğim bir ‘debelenme’ye mahkûm olmuştur.
Yorumlar