Türk Kültüründe Ev - Ev Etrafında Düşünceler
Odsuz Ev Kutsuz Ev
Hayati DEVELİ
İnsanın kendi türüne mahsus kültür ortamında var olabilmesinin temel şartı nasıl toplum hâlinde yaşaması ise, toplum hâlinde yaşamasını, kendine özgülüğünü, gücünü ve enerjisini var ve sürdürülebilir eden de "ev" dediğimiz ortamdır.
Toplum dışında büyüyen insan bireyinin bir kültür insanı hâlinde gelişemediğini biliyoruz. Zira bu kültür, insanla beraber kodlanmış olarak gelmemekte, sonradan edinilmektedir. Toplum içinde büyüyen insan bireyi o toplumun daha önceki fertlerinin başarılarını bir şekilde öğrenmekte, bunların hepsinin ortak sahiplerinden biri hâline gelmekte, böylece ortak bir kimliğe sahip olmaktadır. Temelinde dilin olduğu bu ortak kimliğin öğrenilmesi, öğretilmesi işi ise esasen "aile" dediğimiz çekirdek toplum içinde gerçekleşiyor. Bu çekirdek toplum tıpkı onu içine alan daha büyük toplum gibi kendine özgü bir kimliğe sahiptir. Herşeyden önce kan bağı ile birbirine bağlı insanlardan oluşmaktadır. Aile denilen bu çekirdek toplumun varlığı ancak "ev" ile mümkündür. Ev de aileyi var etmek, korumak ve sürdürmek için ortaya çıkmıştır. İkisi arasındaki bu ilişki o kadar içiçedir ki aile mi ev demektir, ev mi aile demektir, zor seçilir.
Göçebe bir toplum olan eski Türklerin evinin bir çadırdan ibaret olması gayet tabiidir. Bu yüzden eski Türk yazısında eb olarak okunan harfin çadır resminden simgeleştiği öne sürülmüştür : ( ). Eb kelimesi sonraki yüzyıllarda Anadolu Türkçesinde ev, diğer Türk dili kollarında ise öv, öy, üy gibi şekiller almıştır. Bu kelimenin kök anlamı ne idi? Oturmayı mı, yaşamayı mı, barınmayı mı ifade ediyordu? Böyle bir kök anlam ne yazık ki belirgin değildir. Belki bu yüzden onun alıntı bir kelime olduğunu iddia edenlerin haklı olduğu bir taraf da vardır. Ancak bu alıntının en az beşbin yıl öncesine dayanması gerekir. Osman Nedim Tuna'nın Sümer ve Türk Dillerinin Târihî İlgisi isimli eserinde verdiği Süm. uşub < size="1">[1]. Eğer bu eb > ev sözü Türkçeye başka bir dilden girmiş alıntı ise, Sümerceyle olan alışverişten daha önce girmiş olması gerekir. Hasan Eren'in Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü isimli çalışmasından bu kelimeyi Çince ip "köy" kelimesine bağlayanlar olduğunu öğreniyoruz.[2] Yine aynı kaynakta Orta Korece ip "ev" ve Japonca iba "ev" kelimeleri bir karşılaştırma imkânı olarak sunulmuştur. İster aslî olsun, ister alıntı olsun "ev" kelimesi bugün Türk dilinin kök kelimeleri arasında yerini almış; esasen çadır anlamındaki kelime her türlü evi ifade etmeye başlamış, ondan birçok yeni kelimeler türemiş, zengin bir mecaz dünyası yaratılmıştır.
Evi oluşturan yapı unsurları asli unsurlar ve tali unsurlarlar olarak ele alınabilir. Asli unsurlar, evin var olabilmesi için vazgeçilmez olan unsurlardır. Bunlarsız insan zihninin kavrayışında yer alan ev oluşmaz. Yardımcı unsurlar ise toplumların kültürlerine, ev için kullandıkları malzemeye göre farklılıklar gösterir, sürekli yeni unsurlar eklenebilir. Bize göre ev için aslî olan iki unsur bulunur : kapı ve ocak. Bunun dışındaki unsurlar talidir.
Çekirdek toplumun, yani ailenin varlığını mümkün kılan ev, bu istiklâli, içine aldığı unsurun ayrılığını ve güvenliğini sağlamasına borçludur. Bunun için etrafı çevrilmiş, dış dünyadan ayrılmış, giriş ve çıkışın kontrol altında bulunduğu bir mekândır. Demek ki ev denilince aklımıza ilk gelen şey sınırlarının olması ve başkasının girmesinin engellenmesidir. Bunu sağlayan iki unsur vardır: Duvar ve kapı. Bunlardan hangisi öncelik taşır, diye düşününce benim aklıma gelen kapıdır. Duvarın kapı kadar aslî unsur olmadığını kabul ediyorum. Duvar ikincil bir unsurdur. Herşeyden önce duvar denilince zihinde uyanan kavram, yerleşik toplumlara özgü bir şeydir. Belki de bu yüzden Türkçede esasen duvarı ifade eden aslî bir kelime yoktur. Ev esasen kapı ile ev olur; kapısı varsa, başkalarına kapatılabiliyorsa ev olma niteliği kazanır. Kapı kelimesi 'kapatmak' anlamını taşıyan kap- / kapa- kökünden türemiştir. Girişi kapatılabilen bir mekân içine aldığı unsurlara bir kimlik de kazandırır. Türkçenin tarihi dönemlerinde ve çağdaş kollarında 'kapı' anlamında kullanılan bir başka kelime de eşik'tir. Bu da 'örtmek' anlamındaki eşü- fiilinden türemiştir. Aslında her iki kelimenin de aynı kavramdan türediği açıktır. Ev, içine aldığı mikro toplumu var edebilmek için onu örtmek, kapatmak, ona bir mahremiyet temin etmek zorundadır. Söz konusu mahremiyeti sağlayan ve temsil eden unsur 'kapı'dır. Kapı ve ev arasındaki bu asli ilişkiden dolayı, parçanın bütünü göstermesi yoluyla, birincisi ikincisini ifade etme kabiliyeti kazanmıştır.
Hemen akla geliverecek bir soru, aynı örtme ve kapatma ihtiyacını karşılayan 'duvar'a ne olduğudur. Bugün kullandığımız duvar kelimesinin Farsçadan alıntı olması (<>duvar kavramından büsbütün farklı bir şeydir. Türkçede bugün de kullanılmakta olan dam ( <>Ortaasya Tefsiri'nde bir ayet (Kehf, 77) şöyle çevrilmiştir : "...anıñ içinde bir tam diler ki yıkılsa".[3] Ayette geçen "cidâr" kelimesi, 'duvar' anlamındadır. Nitekim Elmalı Tefsiri'nde söz konusu ayet şöyle çevrilmiştir : "...derken orada yıkılmak isteyen bir duvar buldular".[4] Yerleşik toplumlara özgü bir yapı unsuru olan taş veya kerpiçle yapılmış duvarın, yani dam'ın Türkçeye Hint-Avrupa dillerinden girdiği ( <>tama- ~ Latin domos 'ev') kabul edilir. Eski Türkçe devresinden beri görüldüğüne göre, Soğdca gibi bir dilden girmiş olabilir. Anadolu Türkçesinde bu kelime mecaz-ı mürsel yoluyla "ev" anlamında kullanılmıştır.
Evin ikinci aslî unsuru, ocak'tır. Ocak evdeki hayatın sürmesini sağlayan bir tür enerji kaynağıdır. Bu hem ısınmayı, hem de yemek pişirmeyi sağlayan bir unsurdur. Ateşi bulduktan sonra büyük bir kültürel sıçrama yapan insan oğlu, ateşe bir tür kutsallık da izafe etti. Ateşin yakılması ve korunması için yerler yaptı. Ocak, od "ateş" kelimesinden türemiş olup, "ateşin yakıldığı yer" anlamına gelmektedir.
Ocağın ailenin mevcudiyeti ile ilişkisi o kadar yakın ve hayatidir ki, zamanla bu kelime aileyi ifade eden bir metafora dönüşmüştür. Bir ailenin varlığını sürdürmesi demek ocağın tütmesi demektir. Bacasından duman tüten evde, hayatın sürmekte olduğu anlaşılır. Ateşperest kültürlerde, bunun en önde gelen temsilcilerinden olan İran mecusi kültüründe de ateş, sönmeyen bir ateş vardır, ancak bu dini bir semboldür ve ateş, mabedde bulunur. Türk kültüründe (elbette başka kültürlerde de bu olabilir) ise ateşin sönmemesi daima ailenin sürmesi ile ilgilidir. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi isimli eserinde ateşin Türk mitolojisinde ve kültüründe tuttuğu yeri ayrıntılı biçimde gözler önüne sermiştir. Ortaasya Türk halklarında tespit edilen birçok âdette ocağın ve ateşin aileyi temsili görülmektedir. Bu kavrayış Anadolu Türklerinde de yaşatılır. Ali Rıza Yalman, Toros bölgesindeki Türkmenlerin kara çadır planlarını anlatırken, ocağın çok kutsal olduğunu ve üstüne yemin edildiğini nakleder.[5] Ocaktaki ateş, aileyi devam ettirdiği için "kut"ludur. 16. yüzyıl şairi Zâtî'nin şu beytinde bu inanış yansıtılmıştır :
"Ey meh-i ferhunde-tal'at odsuz ev kutsuz ev
Âteş-i mihrün gönülden zerrece kem olmasun"[6]
Güvahî'nin Pendnâmesi'ndeki şu beyit bu inancın silik bir inanç hatırası değil yaşayan bir âdet ve inanış olduğunu göstermektedir :
"Ocağını dütünsüz koma zinhar
Demişler odsuz ev kutsuz ev ey yâr"[7]
Türkçede "ev" kavramını ifade eden bir başka kelime de oda'dır. Oda bugün her ne kadar evin oturmak ve uyumak için kullanılan herhangi bir kısmını ifade ediyorsa da tarihî dönemlerde "ev"i ifade ettiği açıktır. Eski kültürlerde çadırların ve evlerin genellikle tek odalık olduğu hatırlanmalıdır. Ancak içinde barınılan bir yerin oda, yani ev değerini kazanması için içinde bir ocağın bulunması, içinde ateşin olması gerekli sayılmış olmalıdır. Zira oda kelimesi otağ kelimesinden gelir. Bu ise içinde od, yani ateş yakılan yer demektir. od "ateş" > od+a- "ateş yakmak" > otağ "ateş yakılan yer". Belki han etrafında örgütlenen kandaş toplum safhalarında ateş henüz aileye ait olmayıp, toplumun ortak malı iken ateşin yakıldığı oda, aynı zamanda bu kandaş toplumun liderinin, hakanın oturduğu yer idi ve bu yüzden otağ zamanla 'han çadırı' anlamı da kazandı. Bu yapının çözülüp ailenin önem kazandığı daha sonraki çağlarda ateş ailenin malı haline geldi, her ailenin bir ateşi oldu. Böylece ocak kelimesi 'aile' anlamı kazanmış oldu. Bu dönemde otağ kelimesi de kendi doğal fonetik gelişmesişle oda şekline gelmiş, semantik olarak da bütünü değil parçayı, yani evi değil onun bir bölümünü ifade eder olmuştur. Otağ kelimesi anlam taşlaşmasıyla hükümdar çadırı anlamını korumuştur. Her halükârda Türklerin ev anlayışında ateşin ve ocağın nasıl esaslı bir unsur olduğunu bu kelimede görmek mümkündür,
Buraya kadar Türklerde evi yapan asli unsurlar üzerinde durduk. Bu asli unsurların esasen kapı ve ocaktan ibaret olduğunu, bu ikisinin evi tamamladığını; kapı veya eşik'in evi dış dünyadan ayıran, onun müstakilliğini, tüzel kimliğini ve güvenliğini sağlayan yapı elemanı olduğunu; ocak'ın ise hayatın sürdürülmesi için gerekli enerjiyi sağlayan yapı elemanı olduğunu belirttik. Ali Rıza Yalman'ın Bulgar Dağı yörüklerini anlatırken bu yörüklerin ev planlarına dair verdiği malumat[8], bu temel yapıya büyük ölçüde uygundur :
"1- Evler bir odadır. 2- Odanın etrafına çullar döşenmiştir. 3- Evde kapı hem pencere, hem de kapı yerine kullanılmaktadır. 4- Evin tavanı iki metreden yüksek değildir. 5- Evin tabanına tahta döşeme yerleştirmek âdet değildir. 6- Genellikle evler ahırla da bir arada bulunur. 7- Evin ocağı odanın tam ortasındadır. 8- Ocaklık üzerine korkuluk konmaz, baca bir delikten ibarettir. 9- Ahırın evden ayrı bir kapısı bulunmaz."
Başka kültürlerle temas sonucunda yerleşik düzene geçme, farklı malzemelerle tanışma, yeni üretim tiplerinin gerekli kıldığı unsurlar ev'in dış ve iç görünüşünü büyük ölçüde değiştirmiştir. Ancak ev, kapı, ocak gibi temel unsurlar değişmedi. Bunların etrafında zengin bir mecaz dünyası yaratıldı. Öte yandan her yeni giren unsurla birlikte onların adı da dile girdi, Türkçe bunlarla da zenginleşti, değişti. Bu değişme süreci hiç bitmeyecek. Evlerimizin artık ocağı yoksa da, yine tüten bir şey var. Kimi zaman şömineye dönüşürek de olsa, kimi zaman bir kalorifer peteği suretine de girse tütmeye devam ediyor.
[1] Osman Nedim Tuna, Sümer ve Türk Dillerinin Târihî İlgisi ile Türk Dili'nin Yaşı Meselesi, Türk Dil Kurumu Yay., Ankara 1990.
[2] Hasan Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Ankara 1999.
[3] A. K. Borovkov, Orta Asya'da Bulunmuş Kur'an Tefsirinin Söz Varlığı (XII.-XIII. Yüzyıllar), Rusçadan çevirenler : Halil İbrahim Usta, Ebülfez Amanoğlu, TDK Yay., Ankara 2002.
[4] Elmalılı Hamdi Yazır, Kur'ân-ı Kerim ve İzahlı Meali, Hazırlayan ve notlandıran : Dücane Cündioğlu.
[5] Ali Rıza Yalman (Yalkın), Cenupta Türkmen Oymakları, Hazırlayan Sebahat Emir, 2. cilt, Ankara 1977, s. 423.
[6] Zâtî Divanı, Gazeller Kısmı, III. Cild, Hazr. Mehmed Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri, İstanbul 1987 (1113/2).
[7] Tarama Sözlüğü, c. IV, s. 2760,
[8] Ali Rıza Yalman (Yalkın), a.e., c. 1, s. 244.
Yorumlar