Sözümüz Geçkin Olsun
Sözümüz Geçkin Olsun!
Prof. Dr. Hayati Develi
Dilimiz, günümüz dünyasında insanlar arası iletişimde kullanılan, haberleşme, eğitim ve öğretim, edebiyat ve sanat, yönetişim gibi alanlardaki işlevlerini tam olarak yerine getirebilen başlıca dillerden biridir. Bugün dünya üzerinde yedi bin civarında dil olmakla birlikte, sınırlı sayıda dil bu farklı işlevleri aynı anda yerine getirebilmektedir.
Elbette diller bu işlevleri tarihsel bir süreç içerisinde ediniyorlar. Bir toplumun dili, o toplumun siyasi, ticari, kültürel başarılarına denk olarak gelişiyor, güçleniyor; işlevler ediniyor ve işlevlerini koruyor. Özünde, bütün dünya dilleri, eğer hâlâ yaşamaya devam ediyorlarsa, en azından birkaç işlevi birden sürdürüyor olmalıdır. Yaşayan bir dilden bahsedildiğinde bu işlevlerin en altında, ama en yaygın ve esas olanı, zamandaş insanlar arasında haberleşmeyi sağlamaktır. On kişi tarafından da kullanılsa, bir dil bu işlevini görüyorsa, canlı bir dil demektir ve kendi toplumunun ihtiyaçlarını karşıladığı sürece, dünyanın en gelişkin toplumunun diliyle onun arasında bir fark gözetilemez.
Peki on kişinin kullandığı bir dille milyonlarca kişinin kullandığı dili, gelişkinlik, ifade gücü, söz varlığının zenginliği gibi noktalardan aynı kefeye koyabilir miyiz? Hangi işleve göre değerlendiğimize bağlı olarak bu soruya hem evet, hem de hayır cevabı vermek mümkündür. Eğer kendi dil toplumunun haberleşme ihtiyacını görme işlevi açısından bakarsak, çok geri kalmış ve nüfusça pek az bir toplumun diliyle mesela İngilizce veya Türkçe açısından bir fark göremeyiz. Ancak düşünce zenginliği, tarihsel birikim, edebî kudret açılarından bakıldığında bu diller arasında derin farklar olacağı doğaldır. Bu ise, büyük ölçüde, dilin kendi yapısından doğan bir fark değil, o dil toplumunun başarılarından doğan bir farktır. Âlet yapma, nesnelere ad verme, kavramlar üretme, düşünce üretme, bilim ve teknoloji üretme konusunda yüksek başarılar gösteren bir toplumun dili, bütün bu başarılara yansıtacak şekilde dilsel kabiliyet, zenginlik ve etkinlik gösterir. Siyasi gücü ve başarısı yüksek bir toplumun dili, başka toplumlar tarafından da öğrenilir ve toplumlar arası nitelik kazanır. İtalyan şehir devletlerinden olan Roma gitgide büyüyerek bir imparatorluğa dönüştüğünde, Roma şehrinde kullanılan Latin dili, bu devasa toplumun ortak dili görevini üstlendi. Latin dillerinin farklı lehçelerini konuşanlar veya tamamen başka bir dile mensup olanlar, bu dilin etrafında toplandılar. Diğer dillerin yönetişim, sanat ve edebiyat, eğitim ve öğretim gibi fonksiyonları kısılırken, Latinceninki gelişti, yaygınlaştı. Latince bunu hak edecek dilbilgisel bir üstünlüğe sahip değildi; üstünlük Romalıların başarılarında idi.
Türkler on birinci yüzyılın son çeyreğinden itibaren kitlesel olarak Anadolu’ya yerleşmeye başladılar; ancak Türkçe sadece sözlü haberleşme işlevine sahip değildi. Anadolu’ya yerleşen ve Selçukluların yönetme biçiminin bir uzantısı olara kurulan Anadolu Selçuklu Devleti’nde bilimin, sanatın, yönetişimin dili Arapça oldu.İki yüz yıla yakın bir süre boyunca Türkçe sadece geniş kitlerin sözlü iletişiminde kullanıldı. Bu dönemde Türkçe diyebiliriz ki yalnızca haberleşme ve sözlü edebiyat işlevlerini sürdürmüştür. Nihayet, Moğol istilası sonucunda kökü Samanîlere ve Abbasîlere dayanan Selçuklu bürokratik statükosunun yıkılması sonucunda kurulan Türkmen beyliklerinde yönetim dili Türkçe oldu. Bilim ve edebiyatın patronajı Türkçeden başka dil bilmeyen beylerin eline geçti ve süreç içerisinde Türkiye’de konuşulan Türkçe bilim dili, edebiyat dili ve yönetişim dili olma işlevlerini edindi. İtalyan sözlükçü Molino’nun yazdığına göre on yedinci yüzyıla gelindiğinde Türkçe Osmanlı Devleti’nin sınırları dahilindeki elli beş krallık ve beylikte otuz üç ayrı dile sahip halkın ortak iletişim dili haline gelmişti.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren devlet aygıtının modernleştirilmesi çabaları, dil sorununu da gündeme getirdi. Modern devlet merkeziyetçi bir yönetim biçimini öngörüyor, devlet doğrudan merkeze bağlı ve merkezden atanan birimler ve memurlar tarafından yönetiliyor; yazışmalar aynı dilsel kalıplarla, standart matbu formlar üzerinden yapılıyordu. Böylece Balkanlardaki bir belediye dairesi, nüfus idaresi veya tapu dairesinin işlemleri ve yazışma usulleri ile Lübnan veya Suriye’deki, Anadolu’nun küçük bir ilçesindeki işlem ve yazışmalarının aynı olması gerekiyordu. Bunun için dilin halkın diline yakınlaştırılması, standartlarının belirlenmesi, öğretilmesi ihtiyacı doğdu. Ortak dil olan Türkçe okullarda bir ders olarak öğretilmeye başladı. Bu geniş imparatorluk çöktüğünde, en ücra köşedeki devlet memurları ve okumuşlar, etnik kökenleri ne olursa olsun, Türkçeyi biliyorlardı.
Cumhuriyet dönemi bizim siyasi, ekonomik ve kültürel olarak içe dönüş yıllarımız gibidir. Siyaseten, bin bir zorlukla kurtarılmış bir vatanı tekrar tehlikeye atmamak için etliye sütlüye karışmama tarzında bir politika izlendiği bellidir. Kültürel olarak da, “Şuna değdi buna değmedi” anlayışıyla birçok kültürel öğenin tasfiye edildiğine, bilhassa dil alanında yapılan tasfiyelerle “öz ama az” bir dile razı olunduğuna tanıklık ederiz. Batı istikametinde açık bırakılmış bir pencereden sıza ışık ve esen yelden başka iç dünyamıza yenilik ve gelişme getirecek bir kaynak kalmamış, Türk düşüncesi, dili ve edebiyatı “köy”ün tozlu yollarında sararıp kurumuştur. Siyasi, ekonomik ve kültürel etkinliği kalmayan bir toplumun dilinin de etkinliği gitgide azalmış, dışarıda Türkçe bilen, öğrenen, Türk kültürünü merak eden kimse bulunmaz olmuştu. Bizim bu yıllarda Batılılara kendimizi tanıtmak için kullandığımız en etkili kültürel öğe “Törkiş lokum ve rakı”dır. Vaktiyle ev kadınları vasıtasıyla pazarlama yapan bir kozmetik firması yetkilisine, ürünlerinde niçin Türkçe kullanım kılavuzu bulunmadığını sorduğumda, “Efendim, Türkçe continental bir dil değil!” diye cevap vermişti.
Son yıllarda durum büyük ölçüde Türkçenin lehine değişmiştir. Türk toplumunun siyasi, ekonomik ve kültürel etkinliği arttıkça, buna paralel olarak, dilsel etkinliği de artmış bulunuyor. Şöyle diyebilirim: Microsoft’un ürettiği ürünlerin hemen hepsinin Türkçe versiyonlarını da hazırlaması, dünya pazarında ağırlığı olan belli başlı bilgisayar programlarının Türkçelerinin de yayımlanması, bu ürünleri üreten firmaların Türkçe sevdalarından değil, Türk halkının alım gücünden kaynaklanmaktadır. CNN’in Türkçe bir kanal açması, Newsweek’in Türkçe olarak yayımlanmaya başlaması da böyledir. Televizyon ve radyo yayınlarının uydular aracılığıyla çok geniş coğrafyalara ulaşması da Türkçenin haberleşme, kültür taşıma gücünü artırmıştır. Bugün Balkanlarda, Orta ve Batı Avrupa’da, Azerbaycan, İran ve Suriye’de milyonlarca insan Türkçe yayımları rahatlıkla izlemekte, anlamakta ve bu sayede Türkçenin etki alanına girmiş bulunmaktadır. İran’da, Arap ülkelerinde, Orta Asya’daki cumhuriyetlerde, Avrupa’da ve Amerika’da binlerce insan Türkçe öğrenmek için kurslara katılıyor, bu sayede Türkçe bir pazar metaı haline geliyor; unutmayalım ki dil öğretimi pazarı bugün İngiltere’nin önemli gelir kaynaklarındandır.
Duyduğumuza göre bugünlerde Yunus Emre Kültür Merkezleri adı altında yurtdışında faaliyet gösterecek birimler açılmak üzere imiş. Bu kurumlar dünyanın çeşitli merkezlerinde Türkçeyi öğreten, Türk kültürünü tanıtan kurslar düzenleyecek. Bu işi daha bilimsel, daha doğru, daha etkin bir şekilde yapacak. TRT, Avaz adıyla yeni bir kanal kurdu, bu kanal çok geniş bir coğrafyada Türkçe yayın yapacak, Türkiye’yi ve Türkiye kültürünü tanıtacak, Türkçe daha çok insan tarafından dinlenme imkanına kavuşacak. Eskilerin bir sözü vardır: Kılıcın keskin, sözün geçkin olsun! derler. Hiçbir zaman kılıcımıza el atmaya gerek duymamamızı diliyorum. Sözümüzün, yani Türkçemizin geçkin olması, bu dil ile kendi toplumumuzun yüksek bir kültür ve medeniyet düzeyine ulaşması, başarılarını başka toplumlarla paylaşması, Türkçe söyleyen ve yazanların insanlık mirasına daha çok değerler katması ise en büyük dileğimdir.
Yorumlar